Grafik: Temsil.org, Video: AA

Bir gün bir yerde otururken Twitter’ı ya da evimizde haberleri açtığımızda yüksek sesle sağa sola meydan okuyan bıyıklı adamlar görmeyi beklerken, karşımıza çıkan şey, Çin’de yayılması önlenemeyen ve tedavisi olmayan bir virüsün patlak verdiği oldu. İlk baştaki dedikoduları hatırlayın. Her şey çok karmaşıktı. Virüsün cansız yüzeylerde 2-3 gün kadar kalabildiğini, hastalananların bir daha hastalandığı ve kolay kolay bağışıklığın kazanılmadığını söyleyen haberler gördük. Kimimiz oldukça rahattı, ‘Ta dünyanın öteki ucundan bize nasıl gelsin kardeşim bu virüs?’ dedi.  Kimisi hemen analize yüklendi, ‘Bu virüs var ya, kapitalizmi bitirecek. Kapitalizmin yönetemediği kriz bu, sosyalizm geliyor, dünya artık eskisi gibi olmayacak’ dedi. Kimi genlerine güveniyordu, ‘Türklere bulaşmıyormuş, sağlam dna’mız var bizim’ dedi.

Kimisi de panikledi, eşine dostuna haber saldı. ‘Kıyamet kopacak herhaldeyse, bi elâmet geldi’ dedi.

Sonuçta, bu gruplar arasında haklı çıkan taraf, panikleyenler oldu. Virüs, Türk-Çinli ayırmadı, yollar dağlar onu engelleyemedi, yepyeni bir rejim getirmedi. Tam da bir virüsün yapması gerektiği gibi, hastalık getirdi. Şu an dünya üzerinde 13 milyon vaka, 500 bin civarı ölüm var. En son ise sağlık bakanı Fahrettin Koca, günlük vaka sayısında 1000’in altına indiğimizi açıkladı.

Sağlık bakanlığı günlük ve haftalık raporlar yayınlıyor. Bunu yaparken ise, İstanbul ve diğer ‘bölgeler’in vaka sayılarını vererek yapıyor. Şu an ki durum, her ne kadar hala ölümler ve vakalar olsa da ‘normalleşme’ dönemindeki halimiz. Henüz normalleşemedik.

Sağlık Bakanlığı’nın 14 Temmuz 2020 tarihindeki vaka sayısına dair raporundan.

Normalleşmeye Başlamadan Önce

Kriz ‘ben geliyorum’ dediğinde, yani bize ‘her an vaka çıkabilir’ açıklamaları yapılıp ardından 11 Mart’ta ilk vakanın duyurulduğu zamanlarda, hani virüsten dolayı hayatını kaybeden sağlık çalışanı Dilek Tahtalı’nın 11 Mart’tan çok önce koronavirüs belirtilerini taşıdığına dair attığı tweetleri gördüğümüz zamanlarda, temel bir tartışma vardı: Maske.

Dünya Sağlık Örgütü, maske takılmasına gerek olmadığını, maskeyi sadece hastalığı taşıyan kişilerin takması gerektiğini duyurdu.

O yüzden de biraz rahattık. ‘Koskoca Dünya Sağlık Örgütü, bir bildiği vardır’ dedik. Yöneticilerimizden de aynı açıklamaları duyduk. Sonra ortalık biraz gerilmeye başladı. Maskeyi, ‘sağlık çalışanlarının ve bir yakınında hastalık çıkan birinin mutlaka takması gerektiğini’ duymaya başladık. Hani maske sadece hastalığı taşıyan kişinin takması gereken bir şeydi? Anladık ki bu açıklamalar, yeterli maske tedariği sağlanana kadar, eczanelere hücum edilmemesi için söylenen şeylerdi. Bunu bizden çok önce bilen sağlık çalışanları, çalışanlara yeterli maske dağıtılmadığı için sitem etmeye başladılar. En korkuncu ise, çoğunun yazdıkları tweetlere ‘Ne olacaksa olsun, anlatıyorum!’ şeklinde başlamalarıydı. İş güvencesi talep etmenin nihayetinde bir bedeli vardı. Zaten daha vaka haberleri almadan önce, sağlık çalışanı dostlarımızdan ‘çalıştığım yerde vaka çıktı ama aramızda kalsın, sen dikkat et’ şeklinde uyarılar almaya başlamıştık.

Sonrasında maskeyi herkesin takması gerektiği açıklamaları nihayet geldiğinde, uygulanan fahiş fiyatları engellemek maksadıyla, maske satışı yasaklandı. Vatandaşlara gönderilen kodlarla eczanelerden sınırlı sayıda maske alabilecekleri söylendi. En son ise, maskelere 1 TL üst sınır koyularak satışına izin verildi. Bazı vatandaşlara, maske almak için gönderilen kod, maske satışına izin verildikten sonra geldi.

Daha sonra ‘verilerle mi oynanıyor?’ tartışmaları başladı. Sağlık Bakanlığı şiddetle reddetti. Yapılan test sayısı ve o testlerin sonuçlarını oldukça şeffaf bir şekilde paylaştığını dile getirdi. Ancak iddialar, test sonuçlarının yanlış verildiğini söylemiyordu. Yapılan test negatif olsa bile kişinin hastalığı kapıp kapmadığının akciğer filmiyle ortaya çıktığını, test sonucunun negatif olmasının kesin bir şekilde hastalığı taşımadığı anlamına gelmediğini söylüyordu. Bizdeki veriler sadece test sonucu pozitif çıkanları kapsıyordu. Geri kalan kişiler ise ‘akciğer enfeksiyonu’ olarak değerlendiriliyordu.

Bir başka tartışma, üniversite sınavlarıyla ilgili oldu. Öğrenciler bu sınava girmenin kendilerini tehlikeye attığını söyledi. Sonra sınav oldu, risk grubunda olan (astım hastası, bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar kullananlar) öğrencilerden bazıları bireysel olarak sınava girmemeyi tercih etti.

Türkiye, bu süreci gerek gördükçe yasak koyarak, kapsamlı bir karantina uygulamasına gerek duymadan, ekonomiyi tamamen durdurmamaya çalışarak atlatmaya çalıştı. 20 yaş altında ve 65 yaş üstündeki bireylere sokağa çıkma yasağı getirdi. Geri kalan yaş grubuna ise, ‘çalışmaya devam’ dedi.

Bütün bu tartışmalarla birlikte, görece iyi yönetilmiş bir sürecin etki alanlarını tartışma amacıyla oluşturulmuş bu yazı dizisinde A. Zeynep Özmen, ‘Hani Her Şeyin Başı Sağlıktı?’ diye sordu. İşçilerin durumlarını, evde kalma çağrılarının ne kadar samimi olduğunu, salgının ekonomi-politiğini ve hukuki etkilerini ele aldı. Cankat Yurtseven, ‘Ne Kullanıyoruz Abi Biz?’ diye sordu, pandemi sürecinde sıklıkla kullandığımız kelimeleri ele aldı, pandeminin etimolojisini inceledi. Sümeyra Soydaş, ‘Normalleşme Mahluk Mudur?’ diye sordu. Pandemiyi Foucault’nun ‘biyopolitika’ kavramı bağlamında inceledi. Devletin ölüm ve yaşam üzerindeki otoritesini sorguladı.  Muhabirimiz Gülay Şengül, hastalığı atlatmış, yakınlarını kaybetmiş kişilerle ve bazı sağlık çalışanlarıyla konuşarak bir fotoröportaj hazırladı. Her ne kadar ilk günden beri ‘geliyorum’ dese de, virüsün aslında çok sessiz yaklaştığını söyledi. Adına ‘Sessiz Düşman’ dedi.  Yazı dizisine adını ise 2006 yılında Sinop’un Erfelek ilçesine bağlı Selbeyi köyünde yaşanan hortum olayını anlatmasıyla hepimizi gülümseten ve 2014 yılında hayatını kaybeden Hacile Şimşek verdi.

Bi Elâmet Geldi, şimdilik üç araştırma yazısı ve bir foto-röportaj çalışması ile yayında. Keyifli okumalar…

|

Hükümetler salgınla mücadelede ilk ve en önemli tedbir olarak “Evde kalın.” çağrısı yapıyorlar. Evde kalmak demek pek çok işçi için işlerini ve geçimlerini finanse edecek geliri kaybetmek demek.

|

Dünyada ve ülkemizde dil üzerine çeşitli tanımlamalar yapılmış. Belki de bu tanımlardan en güzeli Muharrem Ergin’in dil tanımıdır. Muharrem Ergin’e göre dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; seslerden örülmüş muazzam bir yapı; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemidir.

|

Bugünü siyaset felsefesi gözüyle nasıl görür, nasıl okuruz? Bu soruya en yaygın cevap, biyopolitik tahliller oluyor çünkü pandemik zamanlar bize, biyoiktidar ve biyopolitika bağlamında tanımlanmış yönetim gerçeğini daha net okuma fırsatı veriyor.

|

31 Aralık 2019 günü Çin’de ortaya çıkan ve bugün tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs… Doğanın bize ‘’siz bi’ durun orda!’’ deme şekli... Konunun önemli muhataplarından isimlerinin yayınlanmamasını tercih eden iki laborant ve bir hemşire ile konuştuk. Üstelik içlerinden biri hastalığı atlatmış.

Bu içeriğin her türlü sorumluluğu ve hakları, yazar(lar)ına aittir.
Bu içerik, Temsil.org editör ekibinin ve bu sitedeki diğer içerik üreticilerinin görüşlerini yansıtmaz.

Yorumunuzu Yayınlayın

Go to Top