Dünya üzerinde hiç ayrımcılık yaşamamış insan sayısı sanırım bir elin parmaklarını geçmez. Her insan hayatında bir kez olsun bir konuda ötekileştirilip herhangi bir durumun dışında bırakılmıştır. Bunun hafif veya olağan bir şey olduğu düşünülse de asıl sorun ayrımcılığın belli toplumsal grupların “öteki” olarak kodlanmaları ve hayatları boyunca etnik, cinsel, dinsel vb. aidiyetleri dolayısıyla sistematik olarak maruz kalmaları durumudur.
Peki öteki ne demektir?
Öteki kavramı, Türkçe dilbilgisinde zamir olarak kullandığımız bir kelimedir. Ancak toplumsal kullanımında “öteki” sadece bir zamir olmaktan öte pek çok farklı anlamı çağrıştırır ve — “mevcut kültürün içinde dışlanmış olan” olarak tanımlanır. İnsanların topluluk halinde yaşarken çok fazla genelleme yaparak, ön yargılı düşünce içinde, kendilerinden daha alt düzeyde gördükleri herhangi bir canlıya karşı her zaman fiziksel ya da zihinsel açıdan zulmetmişler, ancak bu şekilde hayatta kalabileceklerini düşünmüşlerdir. Bugün ayrımcılık dendiğinde aklımıza birçok dışlanmış kesim gelmektedir. Türkiye açısından yaşadığımız son 7-8 yılı göz önünde bulundurarak bakacak olursak, Suriyeli sığınmacılar, herkesin “öteki”si konumundadır.
Türkiye’de bilindiği üzere, Türk milliyetçiliği çok yaygın olarak kabul gören bir ideolojidir. Suriyeli sığınmacılar Türkiye’ye gelmeden önce, Türk milliyetçiliğinin büyük ötekisi yani ayrımcılığa maruz kalan kitle Kürt kökenli insanlardı. Bu ayrımcılık tamamen kalkmasa bile Suriyeli sığınmacıların gelmesiyle birlikte ayrımcılığın temel ve yaygın hedefi onlar olmuştur. Toplumun genelini ortak biçimde bu yaygın ayrımcı dil ve pratikleri Suriyeli sığınmacılara yöneltmiştir.
Toplumda hali hazırda görülen ayrımcılığı bu kadar yaygın bir dil ve tavır haline getiren etmenlerden biri de medyanın ürettiği söylemlerdir. Gazete, televizyon ve sosyal medya başta olmak üzere medyanın tüm alanlarında ayrımcılık işlemektedir. Medya üreticileri bazen bilinçli bazen bilinçdışı bir şekilde bu ayrımcı söylemleri kullanır. Bu söylemler günlük dilde öyle yaygındır ki bir süre sonra normal olan haline gelir. Göz ve kulak aşinalığı sebebiyle eleştirel bir medya okuryazarlığı bakışı olan insanlar bile bazen bu söylemleri ve tavırları doğrudan fark edemeyebilirler. Daha önce medya tüketicisi denen kitle, kültürel, sosyal, zihinsel ve zaman kaynağına sahip oldukları sürece medya üreticisi olabilir ve bu dönüşüm medyalarda üretilen ayrımcı söylemin daha da hızlı yaygınlaşmasına neden olabilmektedir.
Her ülkenin kendine ait farklı bir kültürü vardır ve bu kültürler zaman içerisinde değişime uğrasa da bu kültürleri ayakta tutan belli yapıtaşları vardır. Örneğin Türkiye’nin kültüründe örf ve adetlere bağlı olarak yaşlılara koşulsuz şartsız saygı duyulması gerektiği düşünülür. Bunun yanı sıra din de bu kültürel yapıda çok etkili bir yere sahiptir. İslam dini, ülkedeki çoğu insanın hayatını şekillendirmesinde büyük rol oynamaktadır. Ayrıca Türkiye’de yaşayan insanların, çocukluklarından itibaren öğrendikleri şey ise milliyetçi bireyler olmaları yönünde aldıkları eğitimdir. Ülkeye yararlı ancak dışlayıcı bir milliyetçi öğreti içinde büyümüş bireyler yaratılmak istenmektedir. Bu dışlayıcı millet kurgusu öyle iyi işlenmiştir ki hala günümüzde Türkiye’de başka milletlerden olan insanlara yapılan ayrımcı ve ötekileştirici pratikler gündelik hayatın normalleşmiş birer parçasıdır.
Türkiye’de yaygın kültürel pratikler, Türk, Müslüman, erkek bir anlatı üzerine kurulmaktadır. Bunun tanımın dışında kalan her kesim ezilmeye mahkumdur. Bu durum ulus inşası için gereklidir. Asimilasyon olmadan ulus inşası kurulamayacağı için resmi, gündelik ve banal milliyetçilik stratejileri kullanılarak o ülkede sıradan yurttaşlar her gün yeniden üretilir. Bu pratiklerin tamamı -doğal olarak- ülkede yaşayan insanların düşüncelerinin temelini oluşturmada etkili olmuştur. Yerleşmiş kültür, insana bir kimlik atamaktadır. Sadece çevreleriyle etkileşime giren insanlar, bir kez kendilerinden farklı birini gördüğünde ve o kişiyi sevmediğinde tüm o özelliğe sahip kişileri de kötü şekilde anabilmektedir. Türkiye’de zamanında ayrımcı pratikler; yoksullara, Türk olmayan unsurlara, eşcinsel bireylere, kadınlara, yaşlılara, çocuklara vb. karşı çokça uygulanmıştır. Kültürlerarası değer farklılığı, gündelik yaşam farklılıkları, hatta çok basit bir şey olmasına rağmen, kılık kıyafet farklılığı uyum sağlamak açısından toplumlar arasında çatışma ve gerilimlere yol açabilmektedir. Ancak bunların dışında “mevcut kültürel düzenin içinde var olamadıkları” için, sözüm ona “bizden olmadıkları” için hiçbir söz haklarının olmaması veya en ufak bir olayda, özellikle yaşanan ekonomik sorunlarda faturanın onlara kesilmesi bu çatışmanın etik ve adil olmayan yüzüdür. Bazen gözümüzün önünde olan şeyi gözden kaçırmak çok doğaldır o yüzden şu anda Suriyeli sığınmacılara karşı üretilen nefret söyleminin nedenleri üzerine düşünmek gerekmektedir. Şu an egemen olan medyalar bu nefretin yoğunlaşması için elinden geleni yapıp yalan haberler yaysa da durum sadece yalan haberlerden ibaret değildir, bu durumun altında yatan başka unsurlara değinmek önemlidir.
Kamuoyunda bir düşüncenin yaygın kabul görmesi, her yerde aynı olayın konuşulması insanlarda o olayın doğru olduğu düşüncesini oluşturmaktadır. Özellikle bu olay kanaat önderleri tarafından haber niteliğinde sunulduğunda daha büyük bir etki ve yankı uyandırmakta ve insanların gözünde kesin bir bilgi durumuna dönüşmektedir. Bunun bir örneğini yakın bir zamanda yaşanan “muz” olayında çok net görebiliyoruz.
Muz Olayının Cereyan Etmesi
Türkiye gündemi tarihine “Muz olayı” olarak geçen olay, 17 Ekim 2021 tarihinde “Kanal Dünya” adlı Youtube kanalında yayınlanan sokak röportajı üzerinden ilerlemektedir. Olayı anlayabilmek için röportajın içeriğinden biraz bahsetmek gerekmektedir.
Bizim yazımızda resmi dil kullanarak ve terimleri dahil ederek anlatmaya çalıştıklarımızı, irdelediklerimizi ve eleştirdiklerimizi; incelediğimiz 10 dakika 26 saniyelik videoda özet olarak bulabilmek mümkündür. Videoda herkesin dağınık olarak fikirlerini ifade etmeleri ve kendilerini sürekli onaylatma arzusu içinde olmaları dikkat çekicidir. Mikrofon uzatılan herkes, bir balkon konuşması yapar gibi, kendi düşüncelerini sabit, yer yer ırkçı ve ayrımcı yorumlarla bağıra bağıra dile getirmektedir.
Sokaktaki insanlara yöneltilen soru şudur: “Şimdi başkanlık seçimi olsa oyunuzu kime verirdiniz?” Kimi bu soruya doğrudan cevap verip mevcut iktidardan ve muhalefet başkan adaylarından yakınırken kimi bağlamdan tamamen çıkıp konuyu Suriyeli sığınmacılara getirmektedir. Bu bağlantıyı da ekonomi üzerinden kurmaktadırlar. Bahsedilen muz olayı, sığınmacılara karşı geliştirilen ekonomik temelli bir eleştiri olarak başlamış olsa da sosyal medyada bu videonun yayılması ve tepki videolarının çekilmesi konunun ekonomik çerçeveden ırkçı ve ayrımcı bir çerçeveye ne kadar hızlı yerleştiğini gözler önüne sermiştir.
Sokak röportajının esas amacı bir sonraki başkanlık seçiminde insanların kime oy vereceğini ve oy vermesinin sebeplerini araştırmak iken daha sonra çoğu katılımcının konuyu Suriyeli sığınmacılara getirmesiyle video “Suriyeli sığınmacılar hakkında Türkiye’de yaşayan insanlar ne düşünüyor?” gibi bir hal almıştır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyunuzu kime verirsiniz sorusuna ise tek bir cevap bile yoktur.
Suriyeli sığınmacılardan yakınırken kalabalığın içinde bir Suriyeli sığınmacının da bulunması orada bulunan katılımcıların tartışmayı daha çok o sığınmacı üzerinden yürütmesine sebep olmuştur. Mikrofona konuşma fırsatı bulan herkes Suriyeli sığınmacılarla ilgili bir şikayetini dile getirerek bulundukları ortamdan ve röportajı yapan gazeteciden onay almayı beklemişlerdir.
Videodaki tartışmaların sosyal medyada ve ana akım medyada esas odaklandığı kısım küçük bir kesiti içermektedir.
Videoda ‘’Bizden makyajlısınız, bizden boyalısınız, bizden saçınız güzel.’’ söylemine verilen tepkiler de bulunmaktadır. Türkiye’de ikametgâh eden Suriyeli kadın sığınmacılar Tiktok platformunda röportajın bu kısmını ses olarak videolarında kullanıp kendilerini çekmişlerdir. Sosyal medyada yapılan yorumlarda videonun dalga geçmek ve inadına nispet yapmak için çekildiğine kanaat getirilmiş ve bu video sahiplerinin saçı, makyajı giyimi ve videodaki tavırları hakaretler edilerek aşağılanmıştır.
En çok dikkat çeken ve ana akımda da oldukça ses getiren esas kısım ise mikrofona konuşan bir erkeğin hemen yanında bulunan Suriyeli sığınmacıya “Sen burada kiracısın, biz ev sahibiyiz sen benden daha rahat yaşıyorsun, ben muz yiyemiyorum, kilolarca muz alıyorsunuz pazarlardan” diye isyan etmesiyle başlamıştır.
Suriyeli sığınmacı kendisine denilenlere cevaben “Ama biz paramızla gidip ödüyoruz, beleşe bir şey yapılmıyor bize!’’ dese de videodaki Türk vatandaşları tarafından dinlenmemiştir.
Türk vatandaşlarının Suriye’den gelen insanları suçlaması üzerine başlayan linç hareketine karşılık olarak bazı Suriyeli sığınmacılar, Tiktok platformu aracılığıyla muz yedikleri videolar paylaşmış ve bu videolardan dolayı muhataplarıyla dalga geçiyorlarmış izlenimi doğmuştur. Muz yeme videoları mevcut milliyetçi ve mülteci karşıtı öfkeyi çok hızlı biçimde harekete geçirmiş, hakaret olarak algılanmasına neden olmuş ve gündemi meşgul eden önemli konulardan biri haline gelmiştir.
Suriyeli sığınmacılar Türkiye’ye geldiklerinden beri burada istenmedikleri, ülkelerine gitmeleri gerektiği, burada fazlalık olduklarını hatta ülkelerinde kalıp savaşmadıkları için korkak oldukları gibi söylemleri sıkça işitmiştir. Yıllar geçtikte bu söylemler daha şiddetli ve daha öfkeli bir biçimde söylenmeye devam etmiştir.
Suriyeli sığınmacıların da artık bu söylemlere bir tepki göstermek istemesi ve bu tepkiyi gösterirken birlik ve beraberlik içinde olmaları bizce kaçınılmaz bir durumdur. Tek bir video ile alevlenmiş gibi gözükse de muz olayının cereyan etmesinde yılların birikimi ve baskılanması vardır. Çünkü bakıldığı zaman yaşanan her olayda fatura sığınmacılara kesilmektedir, insanlar günah keçisi belirleyip kendi vicdanlarını rahatlamaya meyillidirler bu sebeple de sığınmacıları her fırsatta bu konuda kurban belirlemelerine rastlanılmaktadır. Sürekli psikolojik ve fiziksel baskıya uğrayan her canlı bir gün doyum noktasına ulaşır ve karşı tepkiyi aynı şiddette ve/veya daha fazla bir şekilde verir. Bir etki tepki meselesidir bu. Birçok sığınmacının bu “muz” olayı ile dışlanmışlıklarını, yıllardır yaşadıkları baskıyı ve nefreti bazen yerinde, saygısızlık içermeyen bir üslupla bazen de maruz kaldıkları tavır gibi nefret ve hakaret içeren bir şekilde sosyal medyada dile getirmesi bir eylem niteliği taşımaktadır.
Bu videolar eylem içerikli videolar üzerine Türkiye üzerinde daha çok hak sahibi olduğunu düşünen ve iddia eden insanlar sadece videolardan yola çıkarak, bir insanı ötekileştirebilecekleri her alanda ötekileştirerek nefret söylemini yaygınlaştıran ifadeleri bolca paylaşmışlardır. Biz de bunu daha iyi anlatabilmek adına bu muz olayını merkezine alan birkaç köşe yazısından örnek vererek küçük bir tartışma yürütmek istedik.
Fatih Altaylı, 27 Ekim 2021 tarihli, Gazeteciler adlı haber sitesinde yayınlanan “Türk bayrağına muz isyanı! Bu rezillik de görmezden mi gelinecek?” başlıklı yazısında Suriyeli sığınmacıları hedef gösterip aşağılama ve hakaret içeren bir söylem kurmaktadır.
Basılı medyada ya da internet ortamında bir haberin/yazının nasıl hazırlandığını çoğumuz biliyoruz. Haber yazıcıları araştırmasını farklı kaynaklar kullanarak yazar, daha sonrasında bu yazı birkaç aşamalı bir kontrol sürecinden geçer. Bu haberde bu kontrol süreci gazetecilik meslek etiğine çok uygun ilerlememiş, açıkça görülen bir gerçek bu.
Devlete ya da insanlığa çok ağır suçlar istemiş, kötü niyetli ve zarar vermeyi amaçlayan kişilerin haberlerini yaparken bile hakaret kullanmak ve aşağılayıcı sıfatlara yer vermek az önce dediğim gibi gazetecilik mesleğinin etiğine karşıdır. Bir köşe yazarı olarak yazısını yazarken yorumda bulunması yanlış bir davranış değildir fakat bu yorumları yaparken genellemeye başvurmuştur ve birkaç insanın yaptığını tüm Suriyeli sığınmacılar yapmış gibi onları hedef göstermiştir. Yazısında çok büyük bir nefret gözlemlenmektedir ama bu nefreti neye ve kime yöneltmesi gerektiğinden kendi bile emin değil gibi durmaktadır. Bizim anlamadığımız, yazı yayılmadan önce tekrar tekrar incelenirken kimse “Çok fazla küfür ve hakaret içeriyor.” demedi mi? Kimler neden bu yazının bu şekilde yazılmasına müsaade ettiler? Birçok kesim ve insan tarafından okunacağı bilinen bir yazının daha çok filtreden geçmesi gerekmez mi? Fikirlerini budamadan ve sansürlemeden bunu yapabilmek gayet de mümkün. İncelediğimiz sokak röportajındaki gibi insanlar onaylasın ve hak versin diye yazılmış bir yazı. İçi boş sözcüklerle ve üstünlük kurmaya çalışırken başvurulan gereksiz hakaretlerle dolu.
“Sığındığı topraklara ve kendilerine bakıp besleyen ülkeye karşı bu denli saygısız, bu denli düşmanca ve bu denli şerefsizce bir yaklaşım içinde olan bir güruhun bu ülkedeki varlığı hala sorgulanmıyor ve kayıtsız şartsız kabul ediliyorsa, kızılması gereken bu göçmen güruhu değil, bunların bu denli fütursuzca hareket etmesine imkân sağlayanlardır”
Altaylı, böyle bir üslup ve tonda konuşarak aslında konunun hangi çelişkiler ve yanlış politika üzerine ortaya çıktığı gerçeğinin üstünü örtmüş oluyor. Soyut bir “sorumlu”yu işaret ederken, bu haber dili aracılığıyla sığınmacıları çoktan düşmanlaştırmış ve hedef haline getirmiş de oluyor.
Metin Altınok, 29 Ekim 2021 tarihli, Sabah gazetesindeki “Muz” başlıklı yazısında Suriyeli sığınmacıları ve Çinlileri hedef göstermiş; küfür, hakaret ve aşağılamada bulunmuştur.
Bizim bu yazıyı yazarken yaptığımız gibi olayın nereden ve nasıl başladığını kapsamlı bir şekilde araştırmış köşe yazarı. Olayı kısaca özetlemiş ve çarpıcı olsun diye kısa kısa yorumlar yapmış. Kendi fikrini herkes bunu düşünüyormuş gibi lanse etmesi gazeteci kimliğinin verdiği gücü yanlış amaçla kullanmasına güzel bir örnek. “Şahsi fikrim” ya da “bence” diye belirtmek varken sanki bu konuyla ilgili tek tek herkesle görüşmüş de ortak bir kanıya varmış gibi evirip çevirip güzel bir cümle kurmuş. Bu gibi köşe yazarlarının gerçekten insanların ne düşündüğüyle değil de ne düşünmesi gerektiğiyle ilgilendiği ortada. Kamu yararına yapması gereken bir mesleği insanlara alttan alta ne düşünmesi gerektiği ile ilgili ipuçları vererek kontrol etmek istiyorlar çoğu zaman. Ayrıca protesto edilen mecrayı kötülemeye çalışmış, verilmek istenen mesaj ve ortaya konan tepki ile kullanılan mecranın ne gibi bir alakası var biz anlayamadık. Çin’in piyasaya sürdüğü bir uygulama olmasından bile şikayetçi gibi görünüyor.
Bu yazımızda belirtmek istediğimiz şey şu: Objektif bakabilen ve empati yapabilen herkes fark edecektir ki insanlar kendi ülkelerinde halihazırda refah içerisinde yaşamıyor olsalar bile bu durumun sorumlusunun “öteki” olduğuna inanmaya eğimlidir ve tepkilerini yanlış kişilere yanlış üsluplarla gösterirler. Evet, ötekiler olmadığında da halk, yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürmekteydi. Evet, maalesef dramatik olsa da Suriyeliler olmadan önce de evlerine muz alamayan Türk vatandaşları vardı. Asıl sorgulanması gereken ülke içindeki herhangi bir öteki değil bu düzenin kurucularıdır. Bir şekilde bir arada yaşamayı öğrenmeli ve birbirimizin bireysel ve toplumsal alanlarına saygısızlık etmeden birlikte var olabilmeyi öğrenmek zorundayız. Suriyeli sığınmacıların sahip olduğu avantajlar kadar dezavantajları olduğunu da hatırlamalı, nefret içeren ve ötekileştiren yaklaşımlarımızı anlayışa ve empatiye bırakmalıyız. Hiçbir sığınmacı doğrudan ülkedeki toplumsal ve ekonomik sıkıntılarının sorumlusu olamaz. Toplumdaki dezavantajlı grupları, zincirin en zayıf ve savunmasız halkalarını asıl sorun olarak görmeyi bırakıp gerçek sebeplere bakabileceğimiz günler görebilmek dileğiyle.
Yorumunuzu Yayınlayın