TDK, aşk kelimesini, “Aşırı bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor” olarak tanımlıyor. Daha önce âşık olmuş herkes bu tanımı biraz yavan bulacaktır. Bunu tanımlama çabalarıyla tonlarca şarkı, şiir, kitap ve film üretildi. Bunlardan çıkardığımız tek ortak fikir ise aşkın, ilişkilerin ve insanların çok karmaşık olduğu, bazen ise dağınık… Bugün sizlerle birlikte, dağınık aşk hikayelerinin anlatıldığı filmlere göz atacağız.

Blue Valentine (Aşk ve Küller)

Bazen aşk biter.
Başrollerinde Michelle Williams (Cindy) ve Ryan Gosling’in (Dean) müthiş performanslar sergilediği bu filmde, evliliklerinde zor zamanlar geçiren Cindy ve Dean’in ukulele ve step dansı ile başlayan aşkının, sevgi ve fedakârlık üzerine kurulan evliliğinin ne kadar bozulabilirse o kadar bozulduğuna şahit oluyoruz. Dean her bakışın, her sessizliğin ve her konuşmanın can yakıcı hâle geldiği bir süreçte evliliklerine çaresizce sarılmaya çalışırken Cindy ise üzüntü ve bıkkınlık içinde kaçınılmaz sonun gelmesini bekler.

Film bize tüm karakterleriyle empati kurabildiğimiz ve bunun her saniyesinden nefret ettiğimiz bir deneyim sunuyor. Biten bir aşkın hatırası gibi hissettiren bu filmde, aşkın en gerçek, en yalın aynı zamanda en hırpalayıcı hâli resmediliyor.

500 Days of Summer (Aşkın 500 Günü)

Bazen ilişkiler içinde bulunan insanlar tarafından farklı yorumlanır.
Başrollerinde Zooey Deschanel (Summer) ve Joseph Gordon-Levitt’i (Tom) izlediğimiz bu romantik komedide, bir asansörde bir The Smiths şarkısı üzerinden ilişkileri başlayan Tom ve Summer, sahip oldukları şeyin adını koymakta ve onu ilerletmekte zorlanırlar. Umutsuz romantik Tom, Summer’la stabil bir ilişki yaşamakta ısrarcıyken Summer’ın temkinli yaklaşması ilişkilerini bir çıkmaza sürükler.

Bu hikâyeyi yanlış anlaşılmaların, ısrarcılığın, kararsızlığın insanların vaktini ve duygularını nasıl çaldığına güzel bir örnek olarak gösterebiliriz.

Gone Girl (Kayıp Kız)

Bazen aşk sandığımız şey takıntıdır.
Başrollerinde Ben Affleck (Nick) ve Rosamund Pike’ı (Amy) izlediğimiz bu filmde evliliğinden istediklerini alamayan Amy, eşini cezalandırmak için arkasında eşini suçladığı şüpheli bir günlük bırakarak ortadan kaybolur ve bu süreçte muhtemelen yedi büyük günahın hepsini işler.

Film bünyesinde, sinema tarihinin en güzel monologlarından birini ve belki de en iyi kadın manipülatörünü barındırıyor. Bizler de Amy’i kesinlikle örnek almıyoruz ve talep ettiklerimizi alamadığımız ilişkilerden uzak duruyoruz.

45 Years (45 Yıl)

Bazen çok geç fark ederiz.
Evliliklerinin 45. yılını kutlamak için hazırlanan çiftimiz Kate (Charlotte Rampling) ve Geoff (Tom Courtenay)’un hayatı, bir gün Geoff’un yıllar önce ölen gençlik aşkı üzerine alınan yeni bir haberle değişir. Bu haber Geoff’u geçmişe götürürken Kate’i de evliliğiyle ilgili bildiği her şeyi sorgulamaya iter. Kate’in birdenbire kendini, eşinin ölmüş aşkıyla rekabet içinde bulmasıyla çift arasındaki gerilim günden güne artar.

Bu filmle beyaz perdeye yansımış en içten ve dokunaklı evlilik öykülerinden birini izlerken, en güvende hissettiğimiz ilişkilerin bile sarsılabileceğinin farkına varıyoruz.

Eat Pray Love (Ye Dua Et Sev)

Bazen yıkım bir lütuftur.
Julia Roberts’ı başrolüne alan bu otobiyografi uyarlamasında; Elizabeth Gilbert, yıkıcı bir boşanmanın ardından İtalya, Hindistan ve Endonezya’dan oluşan bir rotada uzun bir yolculuk yapar. Gittiği her yerde yeni insanlarla tanışan ve kendiyle ilgili yeni bir şeyler keşfeden Gilbert, sonlar üzerine umut verici bir portre çiziyor.

Gilbert’ın ruhsal ve duygusal iyileşme sürecini anlatan bu film, bizlere de atlatmak ve hazmetmek için çok uzaklara gitmemiz gerektiğinde bile gitmeyi ve sevginin her yerde yeşerebileceğini hatırlatıyor.

Possession (Saplantı)

Bazen evlilik kaostur.
Başrollerinde Sam Neill (Mark) ve Isabelle Adjani’nin (Anna) devleştiği bu psikolojik gerilimde, her şey Anna’nın bir gün evi terk etmesiyle başlıyor ve sonrası gittikçe daha karmaşık, daha çılgın ve daha sürreal bir hâl alıyor. İlk başta sorun Anna’nın başka biriyle ilişkisi olması gibi gözükürken arka planda bunun çok daha fazlası olduğunu görüyoruz. Filmin senaryosunu kendi boşanma sürecinde yazan Andrej Żuławski; âşık olmak, aşkı yitirmek, ilişkide kontrol – kaos ve cinsiyetlerarası savaş konularını irdelerken bizlere de oldukça gergin ve manik bir izleme deneyimi sunuyor.

Żuławski metaforlarla bezediği bu filminde, evliliğe dair en ilginç yaklaşımlardan birini ortaya koyarken izleyicilerini de internetin dehlizlerinde derin araştırmalara davet ediyor.

Bu içeriğin her türlü sorumluluğu ve hakları, yazar(lar)ına aittir.
Bu içerik, Temsil.org editör ekibinin ve bu sitedeki diğer içerik üreticilerinin görüşlerini yansıtmaz.