1990 yılında basılıp 2005 yılında dilimize çevrilen “Cinsiyet Belası” kitabının yazarı Judith Butler, cinsiyeti yapısöküme uğratarak cinsiyet ve toplumsal cinsiyet olarak iki ayrı kavramda yeniden kurar. Biyolojik sınırlara içkin cinsiyetin kapsayıcılığına karşı çıkarak sürekli kendini yeniden üreten bir toplumsal cinsiyetten bahseder. Dolayısıyla artık cinsiyetin karşılığı kadın ve erkek değil, kültürel inşa sonucu ortaya çıkan toplumsal cinsiyetlerdir. Türe özgü özelliklerin cinsiyette olması zorunluluğunun olmadığını savunan Butler için bu bir kimlik değildir. “Toplumsal cinsiyet ifadelerinin ardında bir toplumsal cinsiyet kimliği yatmaz; o kimlik tam da kendisinin birer sonucu olduğunu söyleyen “dışavurumlar”, “ifadeler” tarafından performatif olarak kurulur.” (Butler, 77). Özcülüğü reddeden değişime açık ve dinamik yapıdadır. Butler’ın söylemiyle doğduğumuz andan itibaren etrafında şekillendiğimiz bu “bela”, toplumun içinde yine toplumun içine atfettiğimiz rollere yönelik bir eleştiri getirir. Cinsiyetin doğallığına olan vurgusunu sorgulatarak, biyolojik cinsiyeti büyük ölçüde etkisiz kılar. Toplumdaki yerini kaybetme endişesi taşıyan ayrıca toplumsal cinsiyeti ve cinsiyet arasında bilişsel çelişkiler yaşayan “ötekilerin” üzerine düşünmek için bize alan açar. Böylece queer teorinin kapılarını da bir anlamıyla okura aralar.
Dişilliğin, erilliğin dışında kalanlar olarak kodlandığı matris içerisinde dişile özgü bir alanın kalıp kalmadığı bir bilinmezdir. Kadının “Fallus” olma hali yani erkeklerin olmadığı ama “erkekler için” olmaları söz konusudur. Onlar kendileri için bir tanıma cinsiyetleştirmeye tabii tutulmuşlardır çünkü erkeğin böyle bir özelleştirmeye ihtiyacı yoktur. Genel olan erkektir ve etrafında şekillenen de kadındır. “Kadınların “cinsiyet” ile özdeşleştirilmeleri, hem Beauvoir hem de Wittig’e göre kadınlar kategorisi ile kadın bedenlerinin görünürde cinselleştirilmiş özelliklerini örtüştürmek, dolayısıyla erkeklerin sahip olduğu farz edilen özgürlük ve özerkliği kadınlara bahşetmemektir.” (Butler, 70) İkincil konumlandırılmaya bırakılan mecburiyet, toplumsal cinsiyetin bu iki cinsiyet temelliliği adeta yıkıp geçmesini zorunlu kılmıştır. Hali hazırda fiziksel cinsiyetin toplumsal dışavurumlar olmadan bir öneminin olmadığını savunan yazarın sorduğu, normatif cinsellikteki “Erkek nedir? Kadın nedir?” Sorularına ek olarak hangi toplumsal kabulun ne ölçüde yapılabildiği sorusunu sormak gerekir. Kişinin kendi kabulunu gerçekleştirme yolundaki tedirginliği böylece temellendirilebilir ve toplumsal cinsiyetin eril güce fayda sağlayan gücü yok edilebilir.
Henüz kadın ve erkek dualitesi üzerinden bir uzlaşıya Feminizmin de ulaşmadığı düşünülür. Sebebi, İkiliğin söylemsel oluşumunu muhafaza eden feminizm, bu açıdan belirli kalıpları yıkamamıştır yazara göre. Feminizmin bu ikiliği aşmayarak kendi evrenselliğine zarar verdiğini ve geçersiz kıldığını öne sürer. Dolayısıyla Butler, Feminizmin kendi inşa ettiği özneyi daha kapsayıcı bir şekilde temsil etmemeyi tercih ettiği için Feminizmi eleştirir. Günümüzde hala geçerliliğini koruyan bu tartışma özellikle kendini birlik mücadelesi verilmesi gereken zamanlarda gösterir ve fraksiyonlara ayrılmada oldukça etkin bir rol oynar. Özellikle radikal feministlerin Butler’a bu noktada oldukça karşı olduğunu tahmin edebiliriz.
Cinsiyet Belası özelinde, Simone De Beauvoir’ın İkinci Cins kitabındaki “Kişi kadın doğmaz, kadın olur.” Söylemi performatif cinsiyet teorisi açısından değerlendirilmelidir.
Kitapta da bahsedildiği üzere burada bir toplumsal cinsiyetin inşası söz konusudur. Kadınlığın olma halindeki bir kişi kadındır diyebiliriz peki bu inşa bir tercih midir gerçekten? Eğer bu bir tercihse özellikle kapalı toplumlarda kimi kişilerin kendi cinsiyeti üzerinden toplumsal cinsiyetini kurmaması, transseksüelliğin “tercih edilmesi” gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Yaşarken kurulan toplumsal cinsiyet kimi zaman büyük ölçüde kimi zaman tamamen biyolojik cinsiyeti geçersiz kılar. İçinde yaşadığımız dünyayı gerçekten biz mi şekillendiririz yoksa şekillenmiş inşaların içine mi doğarız? Dahası, “olma” halinin bir sonu var mıdır? Bu soruların cevapları kişinin hayat pratiklerine bağlı değişken olabilir. Heteronormatif sınırların içinde çizilmiş bir toplumsal cinsiyet inşasının, hayatı kolaylaştırdığı için veya öğrenilmiş olduğu için tercih edilebileceği kanısı, dışavurumsal ve tekrarlayan yapısı düşünüldüğünde mümkün kabul edilebilir ancak bireyin kendini gerçekleştirmesi noktasında ona ket vuracağı çok açıktır. Ancak toplumsal cinsiyet pratiklerinin nasıl olacağına dair bir kanının olması normatif cinsiyet kalıplarına karşı çıkmak konusunda bir oksimoron yaratmaz mı?
Heteronormatif hegemonya içinde varlığını sürdüren eşcinselliğin toplumsal cinsiyet rollerinde bir benzerlik olduğunu ileri sürmek (“butch” “femme” ve buna benzer kavramlarda olduğu gibi) karşısında durulan normları yeniden üretirken aslında bir benzerini ortaya koyduğu düşünülebilir. Ancak benim düşüncem, bu inşalar sırasında toplumda var olma endişesini en derininden yaşayan bireyler kendisi olmaya karar verip bunu başardığı noktada kadın erkek toplumsal rollerinin yeniden üretilebildiği yönündedir.
Butler bu konuda “Heteroseksüel inşaların heteroseksüel olmayan çerçevelerde yinelenmeleri, sözde heteroseksüel orijinalin bütünüyle inşa edilmiş olduğunu gözler önüne serer. Dolayısıyla eşcinsel ile heteroseksüel arasındaki ilişki kopya ile orijinal arasındaki ilişki değil, kopya ile kopya arasındaki ilişkidir.” (Butler, 86) demiştir. Zaten kendisinin kurgu olduğunu söylediği cinsiyet pratiklerine öykünmekten çok, cinsiyet rollerini yeniden kurma vardır. Örneğin kendini cinsiyetsiz olarak konumlandıran bir bireyin eşcinsel bir ilişki içerisinde yine de kendini “butch” ya da “femme” olma halinden, “kadın” veya “erkek” temsilinde konumlandırmış olabildiğini görürüz. Kişinin orijinale olan öykünmesinden çok, bu gibi durumlarda “yeniden üretim” söz konusudur. Bu konu bana Brand New Testament (Van Dormael, 2015) filmindeki gücü eline aldıktan sonra yeniden şekillenen toplumsal roller fikrini anımsattı. “Getirilebilecek yorumlardan biri, maskelenen kadının erkekler arasındaki homoerotik değiştokuşun bir parçası olarak, yani bir erkek olarak erkeklerle kamusal müzakereye, söyleme dahil olmak için erilliği dilediğidir.” (Butler, 115). Eril tahakkümün olduğu bir dünyada yazar, bu eril gücün zayıflamasının toplumsal cinsiyetlerin varlığına son verilmesiyle mümkün olabileceğini öne sürer.
Bu bağlamda dil ve eril tahakküm ilişkisi de yadsınamazdır. İlk bakışta, cinsiyet belirten zamirlerin olmadığı Türkçe’de gizli toplumsal zamirlerin nesnelere, olgulara, renklere hatta mesleklere soyut bir cinsiyet ataması ve bunu oldukça kanıksamamız söz konusudur. Bunun kırılması ancak ve ancak her türlü cinsiyet kalıplarının dışına çıkabilmekle mümkün olabilir. Dilde başlayan kültürel yerleşim yine ancak ve ancak dilin değişmesiyle mümkün olabilir.
Son olarak kitabın benim üzerimdeki tesirinden bahsederek bitirmek istiyorum. Toplumsal cinsiyet olgusuna hakim olmadığım, eril tahakküm üzerindeki düşüncelerimin şekillenmemiş olduğu bir zamanda okumuştum ilk, Cinsiyet Belası’nı. Farkında olmadığım bir toplumsal yükün omuzlarıma yüklenmiş olduğunu anlayınca gelen ağırlık hissi ve bunu üzerimden atmak için göstermeye çalıştığım çaba, bugün kitabı yeniden okurken toplumsal cinsiyet inşasının ve aynı zamanda yıkımının benim içimde de sonlanmadığı ve hala bir devinimde olduğunu bana hatırlattı. Ve en önemlisi hala kendi içimde bütün rollerle ettiğim kavgayı da bana farkettirdi. Bugün artık bu kavganın da bu inşanın da her yeni günde kendini yenileyeceğini biliyorum ve buna bir yük olarak bakmıyorum.
Yorumunuzu Yayınlayın