İkinci Dünya Savaşı, Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerini tarihte benzeri görülmemiş bir yıkım ve vahşetle karşı karşıya bıraktı. Gerek kamusal gerekse sivil alanlar yerle bir olurken, insanlar kendileri için barınacak bir yuva; yaralılar ise tedavi olacak bir hastane bulmakta zorlanır hale gelmişlerdi. Üstelik milyonlarca insan, vahşice soykırıma uğramıştı…
Savaşın sonunda Müttefik Devletlerin zaferi, Avrupa’da Nazizm zulmüne son vermiş ve halkları kurtarmıştır. Ancak, Avrupa’da Nazizm zulmünün bitmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunda kıtanın Batı kesimini Müttefik Devletler (ABD, Birleşik Krallık, Fransa) kontrol altına alırken; Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin hegemonyası güçlenmiştir. Elbette bu durum, birbirine zıt ideolojilere sahip iki blokun barış içerisinde yaşayacağı anlamına gelmiyordu. ABD, komünizmi Batı Avrupa için büyük bir tehdit olarak görürken; Sovyetler Birliği ise kendi alanında kapitalist sistemi görmek istemiyordu. Bu konuda, Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill’in 5 Mart 1946 tarihinde ABD’de verdiği bir konferansta Doğu Avrupa için ilk kez kullandığı “Demir Perde” kavramı oldukça yerindedir.
TRUMAN DOKTRİNİ’NİN ORTAYA ÇIKIŞI
Truman Doktrini’ni incelemeden önce, bu doktrinin ortaya çıkışına neden olan etkenlere bakmak yerinde olacaktır. 1945 yılında ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in ölümü üzerine ABD’nin 33. Başkanı olan Harry S. Truman, göreve geldiğinde Avrupa’daki savaşın sona ermesine ramak kalmıştı. Truman, dış politikasında Roosevelt’ten farklı bir politika izleyerek, Sovyetler Birliği lideri Stalin ile uzlaşmayı bir kenara bırakarak ona karşı sert bir tutum izlemeyi seçmiştir. Özellikle, o dönemde dünyada sadece ABD’nin elinde bulunan atom bombası tekelinin, Truman’ın Stalin’e karşı daha fazla kendisine güven duymasını sağlamıştır.
Savaş sonrasında Sovyet yayılmacılığını ciddi bir tehdit olarak gören Truman, Sovyetler Birliği’ne -kendi deyimiyle- “kızıl tehlikeye” şüpheyle yaklaşmış ve hem Avrupa’da hem de diğer bölgelerde aktif bir politika izleme gereği duymuştur. Birçok tarihçiye göre Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak kabul edilen Truman Doktrininin ana hedefi “komünizm tehdidi” altındaki ülkelere ABD tarafından mali ve askeri yardım sağlanması ve bu ülkelerde Sovyet nüfuzunun engellenmesiydi. Ayrıca, Truman Batı Avrupa’nın eski ekonomik ve siyasal gücüne yeniden kavuşmasını hedeflemekteydi. 12 Mart 1947’de Kongre’de yaptığı konuşmada, dünyanın iki ideolojik alana bölünmek üzere olduğunu söyledi ve Yunanistan’dan yardım talebi geldiğini belirterek, bu ülkenin özgür kalabilmesi için ABD’nin yardım etmesi gerektiğini ifade etti.
TÜRKİYE VE TRUMAN DOKTRİNİ
Aynı konuşmada Truman, Türkiye’yi de bu yardım planına dâhil etmeyi gündeme getirmiştir. Bazı Kongre üyeleri, Türkiye’nin savaşa dahil olmaması ve o dönemde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stokuna sahip olması nedeniyle yardım almasına gerek olmadığını savunarak bu plana karşı çıkmıştır. Ancak Truman, Türkiye’nin Orta Doğu’daki jeostratejik önemini vurgulamış ve her ne olursa olsun Türkiye’nin özgürlük yanlısı bir ülke olduğunu dile getirmiştir. Bu yardımın esas gerekçesi yalnızca bu sebeplerle sınırlı değildi; zira ABD, Türkiye üzerindeki olası Sovyet nüfuzundan da endişe duymaktaydı. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin Kars, Ardahan ve Artvin’i talep etmiş, Boğazlarda askeri üs istemiştir. Bunun üzerine dönemin Türk hükümeti ABD’den destek istemiştir. Bu gelişmelerin sonucunda, Sovyetlerin Akdeniz’e inmesini engellemek amacıyla Yunanistan’a yapılan yardımın bir benzeri Türkiye’ye de yapılmıştır. Truman, bu yardımlar için Kongre’den 400 milyon doların kullanılmasını talep etmiş; bu miktarın 300 milyon doları Yunanistan’a, 100 milyon doları ise Türkiye’ye ayrılmıştır.
Kongre’nin 22 Mayıs’ta onayı sonrasında, Türkiye ile ABD arasında 12 Temmuz 1947’de imzalanan yardım anlaşmasıyla Türkiye, Truman Doktrini yoluyla yardım almayı kabul etmiştir. Bu yardım, Yunanistan’da iç savaş sırasında komünist gerillalara karşı merkezi hükümet tarafından kullanılırken, Türkiye ise Sovyetler Birliği ile gerginliğin yüksek olduğu bu dönemde aldığı yardımı ordusunu modernize etmek için kullanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Türkiye ile iş birliğine girmesi, Sovyetler Birliği tehdidine karşı bir denge unsuru oluşturmuştur. Sonuç olarak, Truman Doktrini, kendisinden sonra gelecek olan Marshall Planı’nın öncüsü olmuştur.
MARSHALL PLANI
Truman Doktrini’nin devamı niteliğinde olan bu plan, adını dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’dan almıştır. Planın esas amacı, ekonomik ve siyasi istikrarın eksik olduğu Avrupa’yı güçlendirerek kıtada yükselişte olan komünizm ve Sovyetler Birliği hakimiyetini kırmaktı. Özellikle bu plan İngiltere, Fransa ve Batı Almanya için önem teşkil etmekteydi. Alım gücü neredeyse sıfıra inmiş olan Avrupa, ABD ekonomisini de olumsuz etkilediğinden, ABD bu yardımların yapılmasını gerekli görmüş ve George Marshall, 5 Haziran 1947’de Harvard’da yaptığı konuşmayla Marshall Planı’nı açıklanmıştır.
Öncelikle bu planın Truman Doktrini’nden farkı, ekonomik toparlanmaya vurgu yapmasıdır. Yardımın temel hedefi açlık ve kaosla mücadele etmekti. En belirgin fark ise herhangi bir askeri yardımın düşünülmemesidir. Bu plan doğrultusunda 16 ülke yardımlardan faydalanmıştır. Yardım alan ülkeler arasında İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Türkiye, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç bulunmaktadır.
Yukarıdaki haritada görüldüğü üzere, Doğu Bloku ülkelerinin bu yardımlardan yararlanmaması göze çarpmaktadır. Zira Sovyetler Birliği, Marshall Planı’nı Almanya’yı yeniden güçlendirme çabası olarak değerlendirdiğinden, kendi nüfuz alanındaki ülkelerin bu yardımı kabul etmesini istememiştir. Bu konudaki en çarpıcı örnek, Çekoslovakya hükümetinin plana dahil olmak istemesi üzerine Stalin’in bazı Çekoslovak yetkilileri Moskova’ya çağırarak yardımı geri çevirmelerini istemesidir. Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Jan Masaryk, şu sözleri durumu özetler niteliktedir: “Moskova’ya egemen bağımsız bir devletin dışişleri bakanı olarak gittim, Sovyet hükümetinin uşağı olarak döndüm.” Benzer şekilde, Polonya’nın bu yardımdan faydalanma isteği de Stalin tarafından olumsuz karşılanmıştır.
TÜRKİYE VE MARSHALL PLANI
Türkiye açısından baktığımızda, Türkiye Marshall Planı doğrultusunda ABD’den 615 milyon dolarlık yardım talep etmesine rağmen, 1948-1952 yılları arasında toplam 352 milyon dolarlık yardım almıştır. ABD’li yetkililer bu yardıma muhalefet ederek, yardımın savaşta büyük zarar gören ülkelere verilmesi gerektiğini, Türkiye’nin altın ve döviz stokları ile dış ticaret dengesinin diğer 15 Avrupa ülkesine göre daha iyi durumda olduğunu belirtmişlerdir. Bu muhalefet sonucunda ABD, Türkiye’ye yardımları tarımsal üretim, ulaşım ve tarımsal aletlerin modernizasyonu amacıyla kullanması koşuluyla vermeyi kabul etmiştir. Türkiye de bu koşulları kabul ederek plana dahil olmuştur.
Sonuç olarak, Truman Doktrini ve Marshall Planı, Soğuk Savaş sırasında yaşanacak olayların, hazırlanacak politikaların başlangıcıydı ve sonraki yıllarda dünyayı bunun gibi birçok olay beklemekteydi.
KAYNAKÇA
- Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Editör: Baskın ORAN, İletişim Yayınları
- Soğuk Savaş Tarihi, Gültekin SÜMER, Doruk Yayınları
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Marshall_Plan%C4%B1
Yorumunuzu Yayınlayın