“Her halde dünyada bir hak vardır ve hak, kuvvetin üstündedir.” diyen Mustafa Kemal Atatürk, sağ ve tam doğmakla her bireyin sahip olduğu hak kavramını, diğer her türlü kuvvetten üstün tuttuğunu açıkça ifade etmiştir. Peki, samimi olarak düşünürsek hak, gerçekten de kuvvetten üstün müdür? Eyleyebilen, eyleme kudreti olan kuvvet, soyut ve menfaatlerine aykırı olan hakkın üstünlüğünü her şartta kabul edecek midir? Bu noktada verilecek cevaba göre kavramsal ve düşünsel bir ayrım ortaya çıkmaktadır; “Doğu” ve “Batı” ayrımı.
Doğu – Batı ayrımı, coğrafi konuma göre yapılan bir ayrım değil, siyaset, felsefe ve toplumbilime dayanan bir ayrımdır. Bu anlamda Batı, özgürlüğün, özsaygının ve insan haklarıyla donatılmış bir toplum hayatını yani hakkın üstünlüğünü kabul edenleri simgelerken, Doğu, baskıcı, hak bilincinden uzak, demokrasiyi tanımayan, dikta rejimlerine meyleden, yoksul, cinnet ve felaket halinin yaşandığı bir toplum yaşamını yani kuvvetin üstünlüğü benimseyenleri simgeler. Bu anlamda hakkın üstünlüğünü kavrama faziletini göstermek ve hakka riayet etmek önemli bir gerekliliktir.
Ülkemiz, coğrafi konumu gibi hak ve hukuk konusunda da Doğu ile Batı arasında kalmıştır. Bir yanda Batının özgür, huzurlu ve hak sahibi toplum yapısına kavuşma arzusu içindeyken diğer yanda Doğunun baskıcı, yoksul, otoriter, acıyla yaşayan ve acının edebiyatına sığınan bir yanına sahiptir. Dolayısıyla hedeflenen huzur ve refaha kavuşmak için hukuk, üzerine düşülmesi gereken ilk ve en önemli husustur. Nitekim hukuk, her ne kadar toplum vicdandan çıkıp toplumun yapısı, kültürü ve dokusuyla bütünleşse de aynı zamanda toplumu şekillendirip değiştirip yönlendirebilecek bir yapıya da sahiptir. Bu anlamda ülkemizdeki hak ve hukukun, kuvvet karşısındaki halini anlatmak, böylece Doğu – Batı ayrımındaki rotamızı tarif etmek yazımızın konusu oluşturmaktadır.
Grafik: Yang Liu
Hukuk Nedir ve Neden Önem Arz Etmektedir?
Kişi sağ ve tam doğumla herkesçe eşit şekilde sahip olunan insan haklarına sahip olmaktadır. Bu anlamda hak kuvvetten önce gelmektedir ve ondan üstündür. Peki, burada hukukun yeri nerededir ya da daha öncesinde hukuk nedir ve önemi nereden gelir? İşte bu noktada hukuk; Yargıtay Cumhuriyet eski Baş Savcısı Prof. Dr. Sami Selçuk’un tanımıyla bütün yaşamı kapsayacak yani özel ve genel durumlarda gücün mutlak egemen olmadığı, büyük balığın küçük balığı yutmadığı bir toplumda toplumsal ilişkilerin biricik düzenleyicisi olarak tanımlamıştır. Yani özetle hukuk; hakkın, kuvvet karşısındaki üstünlüğünün teminatıdır.
İnsanlığın gelişimi bir anlamda hukuk düzeni sayesinde olmuştur. Çünkü insanları bir arada tutmakta, onları ortak bir yaşama bağlamakta ve adil bir gelişim içerisinde ilerlemesine olanak sağlamaktadır. Hukukun amacı genel olarak bir toplum düzenini kurmak ve bu düzen içinde insanlığın gelişimini, özgür yaşamını güvence altına almaktır. Bu nedenle gelişim için düzen, düzen için kurallar, kurallar için sınırlar gerekmektedir. Nitekim sınırları belli olmayan yaşam, özgürce yaşam değildir, hayat sınırlarla mümkündür, sınırlarla güzeldir ve sınırlarla özgürlüğe ulaşılır. Toplum hayatına dahil olan insan, bir başkasının hakkının başladığı yerde haklarının son bulduğunu, aksi davranışlarda bulunması halinde önce toplum tarafından dışlanacağını ve devam etmesi halinde müeyyidelerle karşılaşacağını bilmelidir. Bu anlamda hukuk bir nevi zorunluluktur. İlk bakışta bu biraz aykırı görülebilir. Çünkü: hukuk, kamuoyunda bir özgürlüğü yani zorlamanın tersini çağrıştırır. Ancak özgürlük için sınırlar yani zorunluluklar gerekmektedir ki tezatlık buradan doğar. Bu anlamda hukuk, hakkın üstünlüğünü korumak ve toplumsal yaşamda özgürlüğü esas kılmak adına, kuvvet karşısında sınırlar ve zorunluluklar çıkarmakta ve kuvveti elinde bulunduranlar haliyle bu durumdan rahatsızlık duymaktadır.
Yazımızın esas konusuna gelecek olursak…
Son dönemde hukuki anlamda birçok farklı gelişmenin yaşandığı güzide ülkemizin, hak-kuvvet, daha doğrusu Doğu-Batı eksenindeki rotasına ışık tutma isteğidir. Herhangi bir kanaate varmaksızın genel hatlarıyla güncel durumu bireysel kanaatlerle izah etme arzusudur. Bu anlamda en çok konuşulan konular olan baroların bölünmesi, sosyal medyanın denetim altına alınmak istenmesi, gazetecilerin tutuklanması, sürekli değişen ihale kanunu, kulislerde dillendirilen seçim yasasındaki değişiklik tasarıları, hukuk fakültesi sayıları ve benzeri diğer konularda gündemin kısır tartışmalarına girmeden farklı bir pencereyle olaylara bakabilme düşüncesidir.
Erkler Ayrılığı Nedir ve Nasıl Doğmuştur?
Karikatür: The New York Times
Egemenlik hakkı mutlak surette devletindir. Devlet ise yasama, yürütme ve yargı organlarına sahiptir. Söz konusu egemenlik hakkı, böylece üç kola ayrılmış ve birbirlerini dengeleyerek kullanılmaktadır. Kabaca; yasama kural koyan, yürütme uygulayan ve yargı denetleyen organdır. Eski dönemlerde bu erkler tek elde toplanmakta ve keyfilik ve adaletsizliğe sebep olmaktaydı. Bir kişinin iradesiyle yasama, tercihleriyle yürütme ve kararları ile yargı erkinin işlevleri yerine getiriliyordu. Bu anlamda dünya geneline bakıldığında yaşanan acı tecrübelerden olsa gerek; her üç erkin de tek elde toplandığı monarşi dönemleri geride kalmıştır. Günümüzde, geçmişten alınan dersler ve yaşanan acı tecrübeler neticesinde bu kuvvetler birbirinden ayrı konumlanmıştır. Bir yandan birbirlerini dengelerken diğer yandan egemenlik hakkının toplumun geneline yayılmasını sağlamaktadırlar. Erkler ayrılığının önemini anlamak üzere iki farklı kitap okunabilir. İlki ve kötü örnek teşkil edeni; William Golding’in Sineklerin Tanrısı kitabı; kuvvetin, egemenliği ele geçirdiği ve adadakilerin canileşerek birbirini tükettiği bir toplum yaşamı… İkincisi ve iyi olanı ise Robert Michael Ballantyne’nın Mercan Adası kitabı; hakkın, egemen olduğu iş bölümünün yapıldığı ve sonunda kısıtlı imkânlarla küçük bir uygarlığın kurulduğu ideal toplum anlatısı.
Güncel gelişmeler ışığında ülkemize baktığımızda sözü edilen erkler ayrılığının tehdit altında olduğunu görüyoruz. Kuvveti elinde tutan ve bırakmak da istemeyen Yürütme, diğer erkleri tahakküm altına almakta ve hakkın üstünlüğüne saygı duymayarak dengesiz ve frensiz bir düzen kurmaktadır. Nitekim yapılan anayasa değişikliği ile yasama organını oluşturan milletvekillerinin, yürütmenin başı olan partili cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, yasamanın, yürütmenin emrine girmesiyle sonuçlanmıştır. Siyasi ve ticari hayatlarının kaderini elinde bulunduran parti başkanına karşı, sadakat dışında bir şey sunması mümkün olmayan milletin vekilleri, parti vekilliği yapmakta ve halkın hakkını çiğnemektedir. Yasama, yürütmeye tabi olarak işletilen bir kurum konumuna indirgenmiş ve Meclis, millet iradesini temsil etmek yerine yasama bakanlığına dönüşmüştür. Nitekim yasama faaliyeti yürütmenin emrinde bir parmak hesabına dönüşmüş ve demokrasinin özü olan müzakere ve diyalog kültürü rafa kalkmıştır. Hayvan hakları, kadın cinayetleri, çocuk istismar ve tacizleri, soma faciası, 15 Temmuz gibi toplumu derinden yaralayan olaylar, milletin vekilleri tarafından incelenmemekte, tartışılıp araştırılmamakta ve toplum vicdanını rahatlatacak şekilde kanunlaşamamaktadır.
Diğer yandan Yürütme, bir diğer erk olan Yargıya saygı duymamaktadır. En üst mahkeme olan Anayasa Mahkemesi kararları tanınmamakta, hakimlik teminatı (hakimin verdiği kararlar nedeniyle soruşturulmaması, tayin-ihraç-hapis edilememesi) rafa kalkmıştır. Hakim-savcılık mülakatları, HSK seçimleri, Yürütmenin kalbi olan külliyede yapılan adli yıl açılışları ya da alenen yapılan talimatlar, Yargının tarafsızlık ve bağımsızlığına gölge düşürmekte ve yürütmeye bağlı bir yargı sistemi inşa edilmektedir. Açılan bunca hukuk fakültesi de bir anlamda bu doğrultuda açılmaktadır. Nitekim son olarak, adil seçimlerle etki edilemeyen baroları bölerek etki etmeye çalışılmakta ve halkın yargıdaki sesi ve biricik savunucusu olan avukatlar, susturulmaya çalışılmaktadır. Hiç şüphesiz çoklu baronun olduğu Fransa ve İngiltere gibi Batılı ülkeler de bulunmaktadır. Ancak ülkemizde yürütmenin amacı burnumuzun ucundaki gökdelen gibi görülmektedir. Yürütme, Yargı erkini, kendini aklayan ve karşısındaki cezalandıran bir yapı haline getirmiştir ve en ufak bir başkaldırıya dahi tahammül edememektedir. Tüm bu anlatılanlar ışığında kuvvet, hakkı çiğnemekte, ülkemiz, Cumhuriyet hedefi olan Batı toplumu olma gayesinden hızla Doğu rotasına döndürülmektedir.
Diğer yandan yasama ve yargı alanlarındaki bu tahakküm, doğrudan doğruya hukuku ve toplum yaşamını da etkilemektedir. Türkiye, bugün AİHM kararlarına göre insan hakları ihlallerinde, ilk sıralarda bulunmaktadır. Bu, kuvvetin hakkı çiğnediği anlamına gelmektedir. Burada kısaca da olsa AİHM ve öneminden bahsetmek germektedir. Kimdir bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi?
AİHM; yıllar önce bugünkü Avrupa Birliği düşüncesinin temelinin atıldığı Avrupa Konseyi bünyesinde kurulan bir mahkemedir. Avrupa konseyi ise; Doğu-Batı ayrımında, Batı düşüncesinin devamlılığının temini için oluşturulmuş bir örgüttür. AİHM’nin fikir babalarından olan Pierre-Henri Teitgen, ikinci dünya savaşının yaraları sarılırken 1949 yılında şöyle demektedir:
Pierre-Henri Teitgen
“Hiç kimse yıllar sonrasının geleceğine bakıp kendi medeniyetinin totalitarizm ve diktatörlüğe dönüşmeyeceğini ve ülkesinin böyle risklerden azade olduğunu iddia edemez. Bu nedenledir ki bizler önce davranıp zamanı geldiğinde alarm çanlarını çalacak bir bilinci ve vicdanı yaratmalıyız. Bu özel vicdan da ancak özel bir Avrupa yüksek mahkemesi yoluyla olur.”
Bu doğrultuda Türkiye’nin de on iki etkili kurucusundan biri olduğu AK kurulmuş ve hakkın kuvvete üstünlüğünü ilan ederek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni kabul etmiştir. Bu kapsamda temel insan haklarının ihlali yasaklanmakta ve kuvvete karşı hak, AİHM ile korunmaktadır. Türkiye 1987 yılında AİHM sistemine katılmış ve o günden bugüne insan hakları noktasında hakkında en çok karar çıkan ülke olmuştur.
En Az Bir İnsan Hakkı İhlali Olduğuna Hükmedilmiş Davaların Ülkelere Göre Dağılımları | 1959-2019
Kaynak: Doğruluk Payı
Hâlbuki bu durum Cumhuriyetin temellerine terstir. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında yıkılan imparatorluğun, yeni kurulmuş bir devlet üzerindeki etkilerini ortadan kaldırabilmek ve halkı yeni bir ideal ve hedef doğrultusunda yönlendirebilmek maksadıyla, Batı hukuku örnek alınmış ve böylece toplumun hukuk sayesinde Batı medeniyetleri seviyesine çıkması hedeflenmiştir. Bu anlamda Batıdan alınan hukuk asla toplumun düzeyine indirilmeyecek; aksine toplum Batıdan alınan bu hukukun düzeyine yükseltilecek ve böylece Batı yasaları ve dolayısıyla Batı hukuku, Batı uygarlığını yakalamak hedefinde devrimci bir kaldıraç işlevini üstlenecekti. Hukuk kurallarının ülke içerisinde uygulanmasıyla zaman içerisinde halkın, hukuk felsefesi, hak, adalet ve demokrasi gibi kavramlara yönelik düşünceleri Batı düşüncesine yaklaşacak ve hedeflenen uygarlık düzeyine hukukun yardımıyla ulaşılacaktı. Ancak özellikle son dönemde acı şekilde tecrübe etmekteyiz ki hukuk, verilen ve de verilmeyen kararlarla yahut düzenlenen ya da düzenlenmeyen kanunlarla toplumun vicdanını yaralamakta ve güzide ülkemizi Doğu-Batı çatışmasında Doğu rotasına sürüklemektedir. Bir anlamda güzide ülkemiz rejim değişikliği yaşamaktadır. Rejimler darbeler ve devrimlerle değiştirilebildiği gibi muhalefetin sindirilmesi ile değiştirilebilir. Değişen rejim otoriterleşme ve tek adam rejimine doğru gitmektedir. Gerçek anlamda otoriterleşme; demokrasiden uzaklaşma adına atılan her adımdır. İnsan haklarının, bireysel özgürlüklerin ve hukukun yani hakkın üstünlüğünün ihlal edildiği, keyfiliğin esas olduğu bir yönetim anlayışıdır. Bu durum demokrasimiz için büyük bir sorun teşkil etmektedir.
Medya ve Önemi
Yukarıda her ne kadar üç erkten bahsetmiş olsak da artık bunlara ek olarak sayılan bir erk daha vardır ki o da medyadır. Medya; yurttaşların bilincini, vicdanını, iradesini şekillendirmektedir. Özgür medyanın ürettiği bilgi, yurttaşın anayasal temel hakkı olan haber alma hürriyeti kapsamındadır. Bugün kuvvet, hakka galebe çalabileceğini düşünerek medyayı bastırmakta, sindirmekte, parmaklıklar ardına sığdırmak istemekte ve de karartmaktadır. Nitekim bir anlamda da bunu başarmıştır. Ancak diğer yandan anayasal temel insan hakkı olan “düşünceyi yayma ve haber alma hürriyeti” kapsamındaki sosyal medya; kuvvete boyun eğmemektedir. Yapılmak istenen kanun düzenlemeleri ile baskı ve denetim altına alınmak istenen sosyal medya, bir zamanın istibdat yönetime özlem duyan Yürütmeye karşı direnmektedir. Bu kapsamda Yasama, Yürütme, Yargı ve Medya kısmen istibdat dönemine uygun düzenlenmiş, güzide ülkemiz Doğu anlayışına yakışan otoriter bir rejime evrilmeye çalışılıyor olsa da Yasama içerisinde muhalefet, yargı içerisinde avukatlar ve gerçek anlamda hukukçu olabilenler, Medya içerisinde sosyal mecralar, Yürütmenin tahakkümüne karşı çıkmaktadır.
Burada akıllara, acaba kuvvet, haktan üstün olsa daha iyi mi olurdu? Yahut öyle olsa nasıl olurdu, gibi sorular gelebilir. Muasır medeniyetler seviyesini hedef gösteren, hakkın kuvvete üstünlüğünü kabul eden Atatürk’ün, bir ihtimal yanılmış olduğunu kabul edelim. Bu durumda nasıl bir dünya var olacağını bizatihi yaşamamıza gerek kalmadan; Elenor Roosevelt’in “insan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor” sözünü hatırlayarak bu ihtimali konu edinen bir distopya romanına; George Orwell’ın 1984 romanına bakmamız yeterlidir. İlgililerin kitabı okumasını tavsiye ederek devam edelim.
Orwell’ın 1984 romanında farklı düşünceler, kaybolmaya mahkûmdur. En ağır suç, düşünce suçudur. Hikayenin geçtiği Okyanusya ülkesine baktığımızda her türlü suç bir şekilde cezasız kalabilmekte iken düşünenler (karşı çıkanlar), özetle aydınlar mahkumdur. Toplumun çoğunluğu korku içinde yaşamakta, ”bana bir şey olmasın” mantığıyla gerçek düşüncelerini saklamaktadır. Birçok etnik yapının, birçok farklı düşüncenin barındığı renkli ve güzide Okyanusya ülkesi, tek tip bir yaşamın dayatıldığı, insanların sistemin çarklarının dönmesi için sürekli çalıştırıldığı bir ülke haline gelmiştir. Gülmek, eğlenmek, tatile gitmek, ülkenin doğal güzelliklerinden ve zenginliklerinden faydalanmak, halk için fazla görünmekte ve partiye yakın kimselere tahsis edilmektedir.
Okyanusya’nın tarihi çeşitli bahanelerle silinmek, yeniden şekillendirilerek unutturulmak istenmektedir. Partiye zarar verileceği düşünülen herhangi bir şeyden bahsetmek yasaklanmıştır. Demokratik alandaki eleştiriler hakaret bahanesiyle sindirilmektedir. İnsanlar kutuplaştırılarak birlik ve beraberlikleri bölünmekte, iletişim ve uzlaşı yolları kapatılarak dar menfaatler doğrultusunda toplum hayatı tehlikeye atılmaktadır. Her tarafa asılan dev posterler ile sürekli halkın izlendiği görünümü verilmektedir. Bu anlamda Okyanusya’da Yürütme, halkı, hiçbir çıkış yolu olmadığına ikna etme, umutsuzluk ve yeis bataklığına düşürme çabası içindedir.
Bu noktada önemli olan halkın uzlaşması ve kendi gücünün farkına varmasıdır. Çünkü halkın liderini kontrol edebilmesi ve kendi haklarını gözetebilmesi çok büyük bir gerekliliktir. Aksi halde her türlü olumsuzluğa göğüs gerip tüm sadakatiyle canla başla çalışan halk, sürekli veren taraf olmaya devam edecek, baskı, yoksulluk ve haksızlık kıskacında refah nedir bilmeden, eşitlik-adalet istemek nedir bilmeden tatsız bir yaşama mahkum olacaktır. Diğer yanda ise Yürütme, keyfilik ve siyasi emellerin güdümünde gününü gün edecektir. Dolayısıyla yurttaşlık bilincimizin farkına vararak hukuka sahip çıkmalı ve halk olarak bireylere duyduğumuz sınırsız itimat ve güven duygusundan vazgeçmemiz gerekmektedir.
Peki Yürütmenin Tahakkümüne Karşı Ne Yapılmalıdır?
Burada en büyük iş ülke aydınına düşmektedir. Nitekim herkes bilgisi kadar düşünür bilgisi kadar kavrar ve dolayısı ile herkes bilgisince sorumludur. Yaşanan olumsuzlukları gören kavrayan ve olası olumsuz senaryoları öngörebilen ülke aydını, bu noktada olacaklardan sorumludur. Diğer yandan bilgisi kısıtlı, günlük yaşamını idame ettirmekten başka derdi olamayan, yetersiz bir eğitim ve yoksullukla büyüyen ve bugünün toplumunun geniş bir kesimini oluşturan halka sorumluluk yüklemekten, onları eleştirerek, itham ederek, hor görerek çaresizlik edebiyatı yapmak, sahip olunan bilgi birikimine aykırı düşmektedir. Aynı zamanda kutuplaştırılan toplumun içerisinde hoşa gitmeyen ve çaresizliğe düşüren bir kesim varsa diğer yanda çalışan üreten ve hakkın üstünlüğüne saygı duyan bir kesimin olduğu da akıllardan çıkarılmaması gerekir. Her zaman iyi ve kötü çatışmaları yaşanacaktır. Bu anlamda, ben kendimi kurtardım kalanlardan bana ne, yahut ben buraya aidiyet hissetmiyorum gibi çok zararlı düşüncelere de kapılmamak gerekir. Nitekim bu bahçe bizimdir. Uğraşır ter akıtırsak gül, bırakıp gidersek çalı yetişir. Kimseye Don-Kişotluk önerilmemektedir. Ancak toplumsal sorumluluğumuzun da bilincinde olmamız büyük önem arz etmektedir.
Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya kitabında; Irak’ın bugünkü haline geliş sürecini anlatmıştır. Buna göre; Doğu toplumlarının gelişmesi için batı zihniyetine ve doğu maneviyatına sahip insanların varlığı gerekmektedir. Bu insanlar hem dışarıya karşı güvence oluşturur hem de kendi ülkelerini ileriye taşırlar. Ancak gelişmemiş Doğu toplumlarında bu tip insan sayısı az iken, kalıpları dar çizilmiş cahil insan sayısı fazladır. Batı zihniyetine sahip Doğu maneviyatlı insanlar, Batının emperyal arzularına engel olurlar ki bu nedenle Batılı emperyallerce sevilmezler. Diğer yandan ise dar kalıplı cahil insanlarca Batılı görülür ve yabancılıkla suçlanırlar. Akabinde bu iki aktör süreç içerisinde doğal şekilde ittifak kurarak Batı zihniyetine sahip Doğu maneviyatlı bu insanları toplumdan uzaklaştırır. Sonucunda ise batılı emperyallerin karşısında duracak kimse kalmaz. Anlatılanlar ışığında mücadelen vazgeçmemek gerektiğinin idrakinde olmak gerekmektedir. Robinson Crouse gibi vicdani muhakememizi yaparken koca bir adada yalnız da yaşasak kimse bizi görmese ve bilmese dahi iyi olanı, adil olanı ve doğru olanı yapabilme iradesini gösterebilmek erdemine sahip olmak büyük önem arz etmektedir.
Bir diğer pencereden baktığımızda İngiltere’nin Sana Büyükelçisi Jane Marriot’un, İngiliz Avam Kamarası’na sunduğu “Arap Dünyasında Eğitim” konulu raporunda şöyle bir bölüm bulunmaktadır:
Jane Marriot
“Ülkenin en iyi öğrencileri tıp ve mühendisliğe gidiyorlar. İkinci derece mezunlar ise iş idaresi ve iktisat gibi bölümlere giderek birinci derece mezunların yöneticisi oluyorlar. Üçüncü derece mezunlar ise siyasete yöneliyorlar ve ülkenin siyasetçileri olarak birinci ve ikinci derece mezunlara hükmediyorlar. Fakat eğitimde tamamen başarısız olanlar ise ordu ve emniyete katılarak siyaset ve iktisata tahakküm ederek, onları mevkilerinden indiriyorlar. Gerçekten dehşet verici olansa asla hiçbir okula gitmeyenler din adamı oluyorlar ve herkesin kendilerine itaat etmesini sağlıyorlar.”
Rapor her ne kadar Arap dünyası için olsa da ülkemizde de durum farklı görünmemektedir. Bu kapsamda aydınlara daha farklı ve daha sorumluluk sahibi olma konusunda düşen rol bir kez daha açıkça görülmektedir.
Bu kapsamda aydınlara daha farklı ve daha sorumluluk sahibi olma konusunda düşen rol, bir kez daha açıkça görülmektedir. Bu anlamda aydın; salt şekilde okumuş kimseler demek değildir. Aydın; düşünen toplumu iyi tanıyan meseleler hakkında sağlıklı teşhis koyabilen en sağlıklı şekilde yorumlar ve sonuçlar çıkararak diğerinin anlamasını sağlayan kimsedir. Miyop rahatsızlığı ilerlemesine rağmen çalışmaktan vazgeçmeyip gözlerini kaybeden Cemil Meriç gibi toplumu aydınlatmak adına kendinden vazgeçebilendir. Sonuç olarak aydınların; çevrelerini de aydınlatmaları bir gerekliliktir hatta belki de yükümlülüktür.
Yaşanan her türlü olumsuzluğa karşın, klişeleşmiş de olsa her okuduğumuzda ve her hatırladığımızda bize güç veren ve asli sorumluluklarımızı hatırlatan Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ün belirttiği “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet’ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.” şeklindeki ilk ve önem önemli vazifemizi akıldan çıkarmamamız gerekmektedir. Elbette daha öncesinde bireysel gelişim ve kurtuluş asıl vazifedir. Ancak sonrasında Cumhuriyeti korumak, Yürütmenin tahakkümüne dur demek, erkler ayrılığını tekrar tesis etmek ve hukukun üstünlüğünü akıllarda tutarak hakkın, kuvvetten üstün olduğunu unutmamak en önemlisi ise Robinson Crouse gibi vicdani hesaplaşmamızda kimse bilmese dahi hep doğru olanı tercih edebilme erdemini gösterebilmek büyük bir gerekliliktir.
Bu noktada yine Atatürk’e kulak vererek yazımızı sonlandırmak istiyorum.
”Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!”
Sağlıcakla kalın..
Yorumunuzu Yayınlayın